Türklerin 1 Kasım erken seçiminde oy tercihleri nasıl olursa olsun, kesin olan birkaç şey var: a) Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2001 yılında kurulan ve şu anda Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından yönetilen muhafazakar parti (Adalet ve Kalkınma Partisi veya kısaca AKP) seçimden birinci parti olarak çıkacak, b) Türkiye'nin muhafazakar-laik ve Türk-Kürt çizgisindeki tehlikeli kutuplaşması derinleşecek, c) Türkiye'nin kendisine yakışmayan, İslamcı yönetimi de büyük bir olasılıkla yerinde kalacak ve d) AKP tekrar bir tek parti hükumeti kuracak veya bir koalisyon hükumetinde gücü başkalarıyla paylaşmak zorunda kalacak; ancak kesin olan bir şey var ki, sahneden çekilmeyecek. Tüm bunlar tek bir adamın kişisel ihtiraslarından kaynaklanıyor: Recep Tayyip Erdoğan
Kısa bir süre önce Fransa'nın Strasbourg kentinde partilerle gerçekleştirilen bir toplantıda sunucu Erdoğan'ın ismini "ümmetin [tüm dünyadaki Müslüman alemi] temsilcisi" olarak anons etti. Çok kısa bir süre önce, Erdoğan yanlısı günlük bir gazete olan Yeni Akit gazetesinin köşe yazarı Abdurrahman Dilipak, Erdoğan'ın, çok arzuladığı başkanlık koltuğuna oturmasından sonra yeni halife olacağını söyledi. Neyse ki, en azından 1 Kasım seçimleriyle ilgili olarak, bunun çok uzak bir ihtimal olduğu aşikar: Anayasanın tek bir adamın etkin olarak söz sahibi olduğu bir başkanlık sistemine dönüştürülmesi için, Davutoğlu'nun parlamentoda en az 330 koltuk kazanması gerekiyor, 7 Haziran seçimlerinde bu rakam 258'de kalmıştı.
Davutoğlu ise bir seçim mitinginden diğerine koşturan, Erdoğan'ın "Medvedev"inden fazlası değil. Zavallı adam o kadar yorulmuş olmalı ki, taraftarlarının yalnızca bir dil sürçmesinden ibaret olduğunu iddia ettiği, hayret verici açıklamalarda bulunuyor. Bir konuşmasında "Irak ve Şam İslam Devleti'nin (IŞİD) kafasındaki İslam ile bizim savunduğumuz İslam arasında 360 derece fark var" dedi. Bu bir itiraf mı? Çünkü temel matematikte birbirinden 360 derece ayrılan iki şey tam olarak aynı konumdadır. Başka bir konuşmasında "Nerede bir zalim varsa biz onun yanında olacağız" dedi. Her iki trajikomik açıklama da basiretsiz birer gaf olarak görmezden gelinebilir. Ancak, Davutoğlu, kesinlikle dil sürçmesi olmayan, büyük olasılıkla bilinçaltındaki öfkenin bir yansıması olarak başka şeyler de söylüyor. Örgünün iki intihar bombacısı 10 Ekim tarihinde Ankara'nın kalbinde 100'ün üzerinde vatandaşı katleden Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) hakkında konuşurken Davutoğlu, militanlar için "nankör" ifadesini kullandı. Durun biraz. Nankör mü? Militanlar, Türkiye'den aldığı hangi destek veya yardımlar için nankör ilan ediliyorlar?
Bir fikir alma anketi ve skandal bir iddia bu konuyu açığa kavuşturabilir.
Türkiye'de yapılan son üç seçimde de doğru tahminleriyle dikkat çeken bir Türk araştırma şirketi olan, Gezi Araştırma Şirketi, Türklerin %58,6'sının Davutoğlu hükumetinin, barış yürüyüşüne hazırlık yapılan bir alanda IŞİD militanlarının 100'ün üzerinde insanı katlettiği ve yüzlercesini yaraladığı olay öncesinde gerekli önleyici güvenlik tedbirlerini almadığına inandığını tespit etmiştir. Anketin daha çarpıcı sonuçları bulunuyor: %20'nin üzerinde kişi saldırının arkasında AKP ve Erdoğan'ın bulunduğunu söylüyor.
Ancak, parlamentonun ana muhalefet partisi tarafından çok daha ciddi bir iddia ortaya atıldı. Ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nden Eren Erdem ve Ali Şeker, Şam'ın Ghouta bölgesinde Ağustos 2013'te gerçekleştirilen ve yüzlerce sivilin hayatına mal olan kimyasal saldırının Suriye Cumhurbaşkanı Bashar al-Assad rejimi tarafından değil, IŞİD tarafından yapıldığını ve bu saldırının Türkiye hükumetinin emirleri doğrultusunda ve Türkiye tarafından üretilen ve verilen gaz kullanılarak gerçekleştirildiğini iddia etmişlerdir. Milletvekilleri ayrıca hükumetin, bir savcıya talimat vererek, IŞİD'e gaz tedarik edildiği iddialarının araştırıldığı dosyayı kapattığını da iddia etmişlerdir. Bu iddia doğruysa, AKP'nin bu icraatı tüm yasal tanımlarda tek bir eyleme karşılık gelir: İnsanlığa karşı işlenen suç.
Erdoğan, Davutoğlu ve ortakları tüm hayatlarını Türkiye'yi Sünni üstünlüğünde İslamlaştırmaya adamışlardır. Ve bu işi tamamlamadan ayrılmaya niyetli gözükmüyorlar. Güce bu kadar tutunmalarının nedeni de budur. Taslağını hazırladıkları 2016 bütçesi, kurmayı istedikleri ülkeye dair ipuçları barındırıyor.
Hükumetin orta vadeli ekonomik programına göre, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2016 bütçesindeki payları dramatik bir şekilde yükseliyor. MİT'in bütçesi 2015 yılından itibaren %47 oranında artıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ise 2016 yılında 12 bakanlığın bütçesinin toplamını geçecek.
NATO üyesi Türkiye'ye hoş geldiniz!
Ankara'da yaşayan Burak Bekdil, Hürriyet Daily'de ve Middle East Forum'da köşe yazarlığı yapmaktadır.